«

»

Eyl 21

KARANLIKTA UYANAN BİRİ (1)

KARANLIKTA UYANAN BİRİ (1) Yahya Kemal [Beyatlı]


Üsküp eşrafından bir gençle görüştüm. Bu genç Rumeli’yi fetheden ilk Türklerin torunlarındandı. Humbaracızâdeler adıyla anılan ailesi Fatih devrinde Üsküp toprağına kök salmış, o toprakta büyük bir meşe gibi kocamış, ayrı ayrı hanedan dalları vermiş eski bir aileydi. Üsküp şehrinin ortasında akan Serava kenarında köhne konaklarda otururdu. Cedlerinden kalma çiftliklerden başka İshak Paşa gibi İstanbul fethinde surların üstüne Anadolu askeriyle yürümüş olan bir paşanın; İsa Bey gibi bütün Tuna ve Sava boylarını fethetmiş bir beyin evkafına mütevelliydi. Konağının herhangi penceresinden baksa bu cedlerin cami, medrese ve imaretlerinin kurşunlu kubbelerini görürdü.
Üsküp son zamanlara kadar ilk asırlardaki çeşnisini tamamıyla muhafaza etmiş bir Türk şehriydi. Murad-ı Sânî devrinin canlı bir resmi gibiydi. Halk hâlâ o lehçeyle konuşur, o türlü esvaplar giyer, o devirdeki gibi yaşardı. İhtiyarlarının kıllı göğüsleri kışın bile açık, çorap görmeyen ayaklarında uzun kırmızı yemeniler, ellerinde kol kalınlığında kısa kiraz çubuklar, omuzlarında cepkenler, bellerinde geniş kuşaklar, bacaklarında çuha çakşırlar, kaşları gözlerini ve bıyıkları ağızlarını örtecek kadar gürdü. Seciyeleri ve sıhhatleri demir gibi olan bu ihtiyarları gören bir İstanbullu, Naimâ Tarihi’nin sahifelerinden fırlamış zannederdi. Bu şehrin gençleri de çakşırlı, fermeneli, gençliğin atılganlığıyla bıçak ve tüfek oyunu oynar, tambura çalar ve türkü söyler, âdeta bir Yeniçeri Ortası’nı andırırdı; kadınları kırmızı canfesten şalvar ve bürümcük gömlek giyerler, boyunlarına sıra sıra Mahmudiyeler takarlar, ellerinin ve ayaklarının parmaklarını kınasız bırakmazlardı.
Bu şehir Fatih devrinin ruhanî bir mezarlığıydı. Her köşesinde bir evliya yatardı. Halkı rivayet ederdi ki ya Bağdat’ta bir evliya fazla imiş yahut da Üsküp’te; ulemâ henüz bu bahsi halledememiş. Lâkin Üsküp’ün evliyaları hep cengâverdiler. Türbelerinin duvarlarında bir insanın taşıyamayacağı kadar ağır ve büyük paslı kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı dururdu. Bukağılı Baba’nın başı ucunda düşman zindanından taşıdığı bukağılar vardı. Kale içinde yatan Cafer Baba’nın kabri gülleden bir duvarla örülüydü: Düşman Üsküp’ü sardığı zaman topa tutmuş, Cafer Baba da şehrin üstüne düşürülen gülleleri daha havadayken elma tutar gibi eliyle tutar, üst üste yığar, kabrinin etrafına gülleden bir duvar örermiş. Gazi Baba, etrafında binlerce gazi ile bir tepede yatardı. Kandil geceleri Gazi Baba semti bir mum şehrâyini hâlinde görünürdü. Haydar Baba’nın türbesi Kosova Meydan Muharebesinin yolu üzerindeydi. Fakat bu şehrin bin bir evliyasını sayamayacağım.
Tanzimat bu şehrin yanına bir hükûmet konağı kurmuş, lâkin ahlâkına, seciyesine, zihnine nüfuz edememişti. Yine beyler ayrı, ağalar ayrı, halk ayrıydı. Bey kanından olmayan biri bey unvanını takınmaktan utanırdı. Üsküplüler Bey unvanını fuzûlî takınan İstanbullu memurlara inadına efendi derlerdi.
İstanbul’un fethinde kanını döktükten sonra Haliç kenarında “Üsküplü” mahallesini kurmakla İstanbul’a ilk Türk mayasını veren bu şehir, o zamanlar bir medeniyet merkeziymiş; âlimler, şairler, münşîler yetiştirmiş, Selâtin camilerine benzer camilerle, medreselerle, tekkelerle, bedestenlerle, çarşılarla bezenmiş. Maamafih medeniyeti yıkılmaktan ziyade bir göl gibi durmuştu. Çarşısı, kazzâzları, bezzâzları, haffâfları, hallâçları, bakırcıları, kuyumcuları, silâhçılarıyla olduğu gibi duruyor, çalışıyor ve işliyordu. Çırak, kalfa ve ustaların sıfatları, mevkileri, kıyafetleri eskisi gibiydi.

Kaynak: Yahya Kemal, “Karanlıkta Uyanan Biri”, Dergâh, S. 15, C. II, 20 Kasım 1921