«

»

Ağu 15

MEDENİYETLER YIKAN GÖÇ VE TÜRKİYE

MEDENİYETLER YIKAN GÖÇ VE TÜRKİYE

Doludizgin gelen istila

M.Ö. 1600 yıllarda Anadolu üzerinde güçlü bir medeniyet kurup var olan Hitit devleti, M.Ö. 1200’lü yıllarda beklenmedik bir şekilde yıkıma uğradı.
Sonrasında ise Anadolu’da birçok küçük krallık ortaya çıkmış ve Anadolu’da siyasi birlik bozulmuştur.
Bu ani çöküşün nedenleri olarak gösterilen etkenler ise denizler üzerinden ve kuzeyden gelen göçler öne sürülmektedir.
Sümerler’de benzer bir göç dalgasıyla zayıf düşüp çöküşe gitmiştir.
Günümüzden 7-8 bin yıl önce Mezopotamya’ya yerleşerek yüksek bir uygarlık kurmuşlar,
yazıdan, tekerleğe dünya medeniyetine damgasına vuran bir toplum, Arabistan içlerinden işgücü olarak gelen Akadlıların, istilasına uğradı.
Sümerler Türk kökenli bir kavim. Akadlar Sami kökenli kavim bugünkü Arapların atası…
Batı Roma toprakları ise M.S. ikinci yüzyıldan itibaren kuzeyden gelen Germen kavimlerinin istilası ile meşgul olmuştur.
Başlangıçta Roma ordusunda, köylerde tarlalarda, evlerde hizmetli olarak kısacası iş gücü olarak yer alan Germenler, uzun solukta Roma sınırlarına kitleler halinde dayanıp açık bir istila hareketine girişmek için kendilerinde cesaret buldular.
Sonunda hem açıktan sınırları zorlamak suretiyle hem de uzun süreçten sonra Roma bürokratları arasına girerek sessiz ama düzenli bir istilacı olmayı başardılar.
Daha da ötesine geçip Roma ordusunun komutasını elde ederek yönetime el koydular.
Devamında ise bu kadim imparatorluğun Batı kanadına son verdiler.
Selçuklu Türkiye’sinde Anadolu, en müreffeh zamanlarından birini yaşarken Cengiz istilasından kaçan halkların kontrolsüz bir biçimde Selçuklu topraklarına girdiği anlara şahit oldu.
Bu dönemde yıkılan devletlerden gelen insan toplulukları, asker ve bürokratlar ise devletin kaderinde olumsuz etkenler olarak var oldular.
Bunların akabinde Türkiye Selçukluları, siyasi sosyal ve ekonomik olarak devlet işlerinde birçok sorunla karşı karşıya kaldı.
Amerika’da Aztekler ve Kızılderililer Avrupa’dan gelen büyük göçlerle yok oldu.
Avustralya’da Aborjinler benzer soykırıma maruz kaldı.
Göç bu zamana kadar ülkelerin ve toplumların en büyük sorunu olmaya devam etmiştir.
1947 yılında Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılması neticesinde dünyanın gördüğü en geniş göç dalgası yaşanmış ve yaklaşık 18 milyon Hindu ve Müslüman mübadele edilmiştir.
1945 ve 1961 yılları arasında Berlin duvarının inşası ile birlikte yaklaşık 3,7 milyon Doğu Alman Batı’ya kaçmıştır.
İsrail’in kurulmasından sonra kısa sürede yaklaşık 250.000 Yahudi İsrail’e göç ederken, tahminen 700 bin Filistinli komşu ülkelere iltica etmiştir.
2. Dünya Savaşı sonrasında düzenlenen Romanya – Bulgaristan sınırı nedeniyle yaklaşık 100 bin Bulgar Bulgaristan’a ve 120 bin Romen Romanya’ya göç etmiştir.
1979 yılı Aralık ayından itibaren SSCB işgali nedeniyle yaklaşık 2.5 milyon Afganlı Pakistan’a iltica etmiştir.
İran – Irak Savaşı ve Körfez Savaşı sürecinde yüz binlerce Iraklı Kürt ve Şii ülkelerini terk ederek Türkiye ve İran’da mülteci ve sığınmacı durumuna düşmüştür.
Körfez Krizi nedeniyle yaklaşık 4 milyon kişinin İran, Irak, Türkiye, Kuveyt ve Suudi Arabistan ekseninde göç ettiği tahmin edilmektedir.
1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991 yılında SSCB’nin dağılmasından sonra milyonlarca insan iltica etmiştir.
2000’li yıllara adını yazdıran asıl göç olayı ise BM’nin duyarsızlığı karşısında Suriye’de yaşanmaya devam etmektedir.
2011 yılı bahar aylarından bu yana milyonlarca Suriyeli başta Türkiye olmak üzere çevre illere göç etti.
Türkiye’de kayıtlı, kayıt dışı ya da vatandaşlık verilen toplam Suriyeli sayısı 15 milyona yakın.
Yaşanan tüm olaylar ve geçmiş tecrübeler gösteriyor ki göç ve mülteci akınları ister kitlesel olsun ister uzun bir süreçte yaşanıyor olsun ulus devletler açısından ciddi sorunlar oluşturabilir.
Türkiye’de doğan veya bir şekilde vatandaşlık hakkını elde eden kişilerin gelecekte devlet idaresinde mevki sahibi olması muhtemel.
Bu kişilerin devlet içinde örgütlenmek gibi bir gaye veya bunu ideolojik bir hedef haline getirmesi durumunda bir iç güvenlik tehdidi oluşturabilir.
Roma’nın, Selçuklu’nun, Sümer Uygarlığının sonunu getiren aynı süreç değil miydi?
Terör örgütlerinin Türkiye’ye bu göçler ile sızma ihtimallerini de göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Elbette Türkiye Cumhuriyeti, bu tedbirleri alma kabiliyetine sahip bir ülkedir.
Sığınmacı gerçeği İslamcı ideolojinin anlattığı “Ensar-muhacir” efsanesinden çok farklıdır.
Tüm bunlar bir yana, Arap-İslam kültüründen bir göçmen yığınının ülkemize gelişine paralel olarak yaşanan başka olaylar da var.
Türk vatandaşlığı her isteyene para karşılığı satılıyor ve müşteriler hep Ortadoğu’dan.
Arap kentlerindeki reklam panolarına Türk pasaportu reklamları konuluyor. Ülkede tek kelime Türkçe bilmeyen göçmenlere seri halde vatandaşlık dağıtılıyor.
Tüm bunları ülkemizde giderek etkisini arttıran Arap-İslamcı atmosfer, eğitim, kültür ve propagandayla birlikte düşündüğümüzde Arap coğrafyası uzantısı bir İslamcı rejime doğru dönüşüm apaçık ortadadır.
Türk kimliği alenen hedef alınmaktadır, silinmek istenmektedir. Göçmen sorunu sadece ve tek başına insani bir konu şeklinde ele alınamaz.
Göç ve göçmenliğin uluslararası ilişkilerde artık daha çok bir silah olarak kullanıldığı görülüyor.
“Weapons of Mass Migration” yani göç silahı kavramı dünya bilimsel literatüründe uzun zamandır yerini almıştır.
Göçün asli anlamı zor durumda olanlara yardım değildir. Göçmen yığınları bazı jeopolitik projeler çerçevesinde küresel planda silah olarak kullanılıp başka ülkelere sistematik olarak gönderiliyorlar.
Ya da bazı hükümetler bu konuda şantaj yaparak siyasal güç ve para kazanıyorlar.
Kelly Greenhill’e göre göç silahı yakın tarihte bir istisna değildir, 1951-2021 arasında en az 81 kez kullanılmıştır.
Bazen de ülkenin çoğunluğu çeşitli yöntemlerle azınlığa düşürülür. Kuveyt emiri El Sabah’ın 1980’lerde kendisine karşı olan Kuveyt bedevilerini azınlığa düşürmek için Suudi Arabistan çöllerinde yaşayanlara vatandaşlık dağıtmıştır.
Bu şekilde El Sabah başını Filistin’den gelen aydınların çektiği muhalefeti susturmuş ve
ülkedeki egemenliğini sürdürmüştür.
Türkiye’nin sığınmacılar sorunu, başa çıkılamaz bir şekilde su yüzüne çıkmıştır. Sığınmacılar sorununun Türkiye’nin istilası olarak gündeme getirilmesi, bu konunun devlette ve kamuoyunda bir beka sorunu olarak algılandığını göstermesi açısından önem taşımaktadır.
Sığınmacılara yönelik oluşan derin tepki, öfke ve düşmanlık, bir günde oluşmuş değildir.
Sığınmacılara yönelik tepki veya öfke, bir ırkçı partinin kışkırtıcı söylemleri sonucu oluşmuş geçici bir durum da değildir.
Toplum, yaşadığı işsizliğin, hayat pahalılığının, dış politikadaki sorunların ve zamların baş sorumlularından biri olarak sığınmacıları görmeye başlamıştır. Ki bu tutum yanlış da değildir.
Suriye politikası yüzünden gerilen dış ilişkiler, ambargolar, Suriyelilere sınır içi ve dışında yapılan milyonlarca dolarlık yardımlar ekonominin geldiği noktada çok büyük pay sahibidir.
Bugün gelinen noktada toplum, devletin içeride ve dışarıda hiçbir şekilde Suriyeliler başta olmak üzere Afganlara, Afrikalılara ve diğer sığınmacı unsurlara yardımda bulunmasını istememektedir.
Suriyelilere verilen bazı yardımlar topluma battığı gibi, Suriye içinde yapılan kerpiç evler de topluma batmakta ve rahatsız etmektedir.
Sığınmacılar sorunu, toplumu derinden sarsmaktadır. Sığınmacılardan sonra toplum, eski toplum olmadığı gibi, Türkiye’de de hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Sessiz istila kavramının, toplum psikolojisinde ve sosyolojisinde karşılığı bulunmaktadır.
Farklı toplum kesimleri, sessiz istila kavramını ırkçı bir söylem olarak değil, kendi duygu ve düşüncelerinin isabetli bir karşılığı olarak görmekte.
Suriye’den, Afganistan’dan, Pakistan’dan, Somali’den ve dünyanın diğer yerlerinden gelen milyonlarca sığınmacının varlığının Türkiye’yi Ortadoğululaştırdığı, Türkiye’nin demografik yapısını değiştirdiği ve bunun “sessiz istila” anlamına geldiği şeklinde yorumlar yapılmaktadır.
Sığınmacılar sorunu, ülkemiz içinde oluşturulan patlamaya hazır bir bombadır.
Ekonomik buhranın konuşulmasına engel olmak için sığınmacılara yönelik düşmanlığın köpürtülmesinden yarar görenler olabilir.
Sığınmacılar üzerinden toplumun kamplaştırılması ve çatıştırılması politikasından iktidar devşirmeye kalkmak çok tehlikelidir.
Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, Stratejik Göç Mühendisliği kitabında şu ifadelere yer veriyor:
“Suriye İç Savaşı ve bu savaş sonrasında Suriye’nin kuzeyine yerleştirilmeye çalışılan
PKK terör örgütü kontrolündeki bir Kürdistan, stratejik göç mühendisliğinin ilk hedefidir.
Bu hedef, B. Lewis’in 1974’te başlayan Orta Doğu’nun Lübnanlaşması; Oded Yinon’un Irak’ın 3’e, Suriye’nin 4’e bölünmesi projelerinin Soğuk Savaş sonrası dünyaya taşınmasıdır.
PKK kontrolündeki Kürdistan daha sonra Türkiye’de çıkarılacak bir iç savaşa müdahale için sıçrama noktası olacaktır.
Stratejik göç mühendisliğinin ikinci hedefi de Türkiye’de iç savaş çıkararak Türkiye’den de bir Kürdistan çıkarmaktır.”
Türkiye’de Suriyeli nüfusu hızla artıyor. Suriyeli kadınların doğum oranları 5.3 gibi dünyadaki en yüksek oranlardan birisidir.
Türkiye’de halen küçük çaplı bir ortalama Avrupa ülkesi büyüklüğünde Suriyeli nüfusu var ve
500 bin civarında çocuk bugüne kadar Türkiye’de doğdu, doğmaya da devam ediyor.
İnanılması zor, ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin Suriyeli sığınmacılara yönelik politikaları
Suriyelilerin artışını adeta teşvik ediyor.
“Yabancılara Yönelik Sosyal Uyum Programı” kapsamında 18 yaşından küçük 3 ve daha fazla çocuğu olan ailelere ekonomik yardım yapılması Suriyelileri yardım için çocuk yapmaya sevk ediyor.
Bu gidişle Suriyeli ve diğer yabancı nüfuslar hızla artmaya devam edecek.
Tehlikenin büyüklüğü ortadadır.
Tarih daha önce yazmıştır, önlem alınmazsa olacak yine farklı olmayacaktır.

Alıntı: Erdem Avşar