Mar 21

HALİFE VE HİLAFET MESELESİ

HALİFE VE HİLAFET MESELESİ

Malum Yavuz Sultan Selim Mısır seferinde Memlûkleri yenmiş ve Mısır’ı da Osmanlı hükümranlığı altına almıştı. Bu topraklar ileriki yıllarda Osmanlı hazinesine çok büyük para kazandıracak zengin ve bereketli bir coğrafyaydı.

Yavuz Sultan Selim, Memlûkleri yenip Mısırı almakla kalmamış aynı zamanda Memlûklerin himayesindeki Abbasi Halifesi ve yanındaki kadıları da esir alıp Konstantinapolis’e getirmiştir.

Bazıları tarafından bu olaydan sonra Hilafet’in Osmanlı Hanedanına geçtiği iddia edilir ve lakin Yavuz Sultan Selim’in Hilafeti devraldığı ile ilgili hiçbir resmî kayıt ya da güvenilir bir bilgi yoktur!

Bu iddianın ana kaynağının M. Le Baron C. d’Ohsson’un tanınmış iki eserinden biri olan Tableau general de l’Empire Othoman (Osmanlı İmparatorluğunun genel tablosu) olduğu malumdur. Ermeni asıllı olan Baron d’Ohsson İstanbul’da doğmuş, büyümüş, yine orada İsveç maslahatgüzarı olarak vazife görmüştür. D’Ohsson eserinin I. cildinde İslam dininin esasları hakkında bilgi verirken Hilafet meselesi üzerinde durmuş ve “Mütevekkil Alal-lah da denilen Ebu Cafer XII. Muhammed, Selim’in şahsında hâkimiyet süren bu hanedan lehine kesin olarak feragat ederek bu hak Osmanlı hanedanına kazandırılmıştır. Bu, Abbasi halifelerinin sonuncusu idi. Mısır’da Memlûklerin hâkimiyetini yıkan fetih Abbasi halifelerinin de varlığına da son vermiştir.” Diye bir iddiada bulunmuştur.

Tarihçi Bernard Lewis’e göre bu mit 1780’lere kadar Osmanlı literatüründe yer almazken bu mit, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nda ileri sürülen imparatorluk dışındaki Müslümanlar üzerinde halifelik yetkisi iddialarını desteklemek için ortaya atılmıştır

Ayrıca W. Barthold, 1912 yılında yayımladığı bir makalede, bazı Türk kaynakları ile Mısırlı ibn iyas ve ibn Zünbül’e dayanarak Yavuz’un halifeliği Mütevekkil Alal-lah’dan devralmadığını ortaya koymuştu. Barthold’un bu mütalaası tam bir kabul görmüş ve halifeliğin devralındığı bilgisi bilimsel çevrelerde tamamıyla değerini kaybetmiştir. Bu arada Alman âlimlerinden C. H. Beckerde, Barthold’un mütalaasını da teyit eden halifeliğin tarihi hakkında uzunca bir makale yayımlamıştır

Peki, Abbasi Hilafeti kesin olarak yıkıldı bunu anladık da son Abbasi Halifesi Mütevekkil Alal-lah’a ne oldu?

Halifenin Yavuz Sultan Selim tarafından Yedikule zindanlarına kapatıldığını biliyoruz. Yavuz’un vefatına kadar Halife burada hapis kaldı ve ancak Kanuni Sultan Süleyman’ın tahta çıkışıyla serbest bırakıldığı ve Mısır’a döndüğü söylenir.

Daha sonra ise Kanuni Sultan Süleyman tarafından Ahmet Paşa’nın Mısır’da çıkardığı isyana destek verdiği gerekçesi ile ortadan kaldırılmış, izi tozu yok edilmiştir.

Sonuç: Yavuz Sultan Selim meşru Abbasi Hilafetini yıkmış ve son Abbasi Halifesini de zindana kapatmıştır. Oğlu Kanuni Sultan Süleyman ise isyana karıştığı gerekçesiyle halifeyi ortadan kaldırmıştır.

Yani Osmanlı devrinde güme giden bunca din adamı, Halife, Şeyhülislam ve şeyh varken Cumhuriyeti hoca asmakla suçlamak kendi gözündeki merteği görmeyenin elin gözündeki çöpe laf etmesi demektir.

Alıntı: Murat Sururi Özbülbül

Mar 19

12 SAYISININ SIRRI

12 SAYISININ SIRRI

6500 yıl önce Mezopotamya’da Sümerler çıktılar ortaya.

Tarihçilere göre uygarlığın temelini atan insanlardı.

Çünkü insanoğlu yazı ve astronomiyi ilk kez onlarla tanımıştı.

Özellikle astronomi.

Sümerler o çağda güneş sistemimizi biliyordu.

Yazıtlara, tabletlere güneş sistemimizle ilgili hayret edici bilgiler bıraktılar.

Sümer yaratılış destanı Enuma Eliş kelime anlamı olarak “Bir zamanlar gökyüzünde” demekti ve güneş sistemimizin, derin uzaydan gelen dev bir gezegenin diğer gezegenlere çarpmasından oluştuğunu anlatıyordu.

Enuma Eliş’te bizim güneş sistemimizde Güneş ve Ay dahil 12 gezegenden söz edilir.

Sümerler bu 12 gezegeni tabletlere, mühürlere, yazıtlara işlediler.

12’nci gezegene de “ortadan geçen” anlamına gelen “Niburu” adını verdiler.

Niburu ya da başka bir adıyla Marduk Tanrıların gezeniydi.

Marduk’un kelime anlamı gökten düşenler demek olan Anunnakiler yaşıyordu.

Onlar yaratmıştı insan oğlunu, gezegenler dahil onlar öğretmişti herşeyi.

O yüzden 12 gezegeni birer Tanrı kabul ettiler.

Ve o çağda inanılmaz bir kozmik bilginin sahip oldular.

Ay’ın Dünya çevresinde yılda 12 kez döndüğünü gözlemlediler.

Bir yılı 12 aya böldüler.

Ayın günde 12 derecelik bir açısal mesafeyi tarayarak dünyanın etrafında dolaştığını farkettiler.

Gökyüzünü 12 bölüme bölerek burçları oluşturdular.

Güneşin dolaştığı yörünge olan Zodyak kuşağında 12 takım yıldızı, yani 12 burcu ortaya çıkardılar.

Ve 12 sayısını kutsallaştırdılar.

Diyebilirsiniz ki, saçmalığın daniskası, 12 sayısının nesi kutsal.

Hele biraz sabır.

*. * . *

Sümerler’in bu 12 sayısını kutsallaştırmaları, kendilerinden sonra gelen tüm uygarlıkları etkiledi.

Hatta inançların, tek tanrılı dinlerin kaynağı oldu.

Örneğin, Antik Yunan’da da tıpkı Sümerler gibi 12 ilah vardı.

Zeus, Hera, Athena, Apollon, Artemis, Hermes, Hephaistos, Hestia, Ares, Aphrodite, Demeter, Poseidon.

Ve o dönemin insanları Ege kıyılarında 12 şehir devleti kurdular.

Kolophon, Miletos, Myus, Priene, Ephesos, Lebedos, Teos, Klazomenai, Erythrai, Phokaia, Samos, Chios.

Antik Yunan’dan sonra sahneye çıkan Roma İmparatorluğu, hukuk sistemini “12 Levha Kanunu” ile belirlerken, ülkeyi 12 psikopostluk bölgesine ayırdı.

Sonra semavi dinlere geçti bu kutsallık.

Musevi inancına göre Musa peygamber yahudileri Mısır’dan çıkarırken, çölde 12 pınardan su fışkırdı. Zaten İsrailoğulları Yakup’un 12 oğlundan türediklerine inandılar ve 12 kabileden oluştular.

Ardından hristiyanların peygamberi İsa’nın 12 havarisi oldu.

Petros, Zened’in oğlu Yakup, Yuhanna, Bartolomeus, Andreas, Filipus, Tomas, Alfeus’un oğlu Yakup, Yehuda (Taday), Yehuda (İskariyot), Matta, Simun.

İncil’de de Meryem Ana’nın başında 12 yıldızlı bir taç olduğu yazıldı.

Yine İncil’e göre Kudüs’ün 12 kapısı vardı.

Gelelim dinimize, İslam’a.

İslam peygamberi Hz.Muhammed’in sadık dostları(sahabi) 12 kişiden oluşuyordu.

Ebû Bekr, Ömer, Ali, Hamza, Ca‘fer, Ebû Zer el-Ğifârî, Selmân el-Fârisî, Abdullah b. Mes‘ûd, Huzeyfe b. el-Yemân, el-Mikdâd b. el-Esved, Ammâr b. Yâsir, Bilâl el-Habeşî.

Alevilerde 12 imam inancı hâkim.

Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Zeynel Abidin, Muhammed el-Bakır bin Ali Zeynelabidin, Cafer es-Sadık bin Muhammed, Musa el-Kazım bin Cafer, Ali er-Rıza bin Musa, Muhammed et-Taki bin Ali, Ali en-Nâkî bin Muhammed, Hasan el-Askeri bin Ali en-Nâkî, Muhammed el-Mehdi bin Hasan el-Askeri.

İslam inancında Allah, Hz.İbrahim’e oğlu İsmail’in soyundan 12 yüce kişinin geleceğini bildirmiştir ve İbn Kesîr’in anlattığına göre bu kişiler 12 halîfedir.

12’in kutsallığı bunlarla da sınırlı kalmadı.

Hinduizm’de Buda’nın da 12 öğrencisi olduğuna inanıldı.

Eski Türkler’in ve Çinliler’in takvimi 12 hayvandan oluştu.

Tapınak Şovalyeleri de 12 kişiydi.

Geldik çağımıza.

Saat 12 dilimli ve gece/gündüz 12 saat.

Bir düzine 12’den oluşuyor.

12 düzine bir gros.

Gibi, gibi…

Şimdi sıkı durun.

Sümerler’den 5 bin yıl önce Göbeklitepe’yi kuranların da 12 sayısını kutsallaştırdıkları ortaya çıktı.

Son yapılan kazılarda 100 kilometre çapındaki bir alanda tam 12 Göbeklitepe olduğu anlaşıldı.

Sayburç, Taşlı Tepe, Harbetsuvan Tepesi, Sefer Tepe, Ayanlar Höyük, Çakmak Tepe, Yeni Mahalle (Balıklıgöl Höyüğü), Kurt Tepesi, Nevali Çori, Gürcütepe, Karahantepe ve Göbeklitepe.

Arkeologlar heyecanlı, harıl harıl çalışıyor.

İnsan merak etmeden yapamıyor.

Nedir bu 12’nin sırrı?

Eğer Sümer mitolojisindeki 12 gezegenin kutsallaştırılması ise, Sümerler’den 5 bin yıl önce 12 Tepeler’i yapanlar bu kozmik bilgiye nereden ve nasıl ulaştı?

Neden her tapınağın duvarlarına 12 dikilitaş diktiler.

O dikili taşlar yoksa güneş sistemimizdeki gezegenleri mi temsil ediyordu?

Öyle ise uzayı çıplak gözle mi anladılar yoksa kadim bir bilgiden mi yararlandılar?

Umarım 12 tepe kısa zamanda toprak üzerine çıkarılır ve bu 12’nin sırrı çözülür.

Belki de insanlık geçmişiyle ilgili sorularda hedefi 12’den vurur.

Kaynak: https://www.yenicaggazetesi.com.tr/12-sayisinin-bilinmeyen-sirrini-sedat-kaya-acikladi-12-sayisinin-sirrini-bilen-746955h.htm

Mar 17

SAVUNMA DİLDEN BAŞLAR

SAVUNMA DİLDEN BAŞLAR!

Türkiye’nin ilk insansız savaş uçaklarının adları Kızılelma ve Akıncı… Şehirlerdeki tabelaları işgal eden marka ve daha önemlisi sektör adlarındaki yabancılaşmayla karşılaştırdığımızda savunma alanında müthiş bir direnç gelişiyor…

TUSAŞ’ın ürettiği millî muharip uçağına Kaan adının verilmesi, dilin bir milletin varlığı açısından kıymetini bilenler için, o uçağın kendi kadar önemli…

Envantere giren veya girmek üzere olan silâhları tarayınca görüyorsunuz bu anlamdaki aşamayı… Meselâ HAVELSAN, güvenlik güçleri için insansız kara aracı geliştirmiş ve envantere sokmuş… Adı ise Barkan…

Aynı HAVELSAN, geliştirdiği Barkan’dan atılabilen bir füze geliştiriyor… Gelişmeyi daha da anlamlı kılan füzenin adı: Mete

ASELSAN, füzelere karşı tedbir sistemini hayata geçiriyor… Projeye Yıldırım adını koyuyor… ROKETSAN, seyir füzesi yaparken yine Türkçe yola devam ediyor: Çakır… Bayraktar’ın ürettiği füzeni adı ise Kemankeş

Yine TUSAŞ’ın seriye bağladığı insansız hava uçaklarının adı Anka… Helikopter Atak

***

Bir tanka Altay adını veren akıl, o tanka millî iştahla sarılan ve geleceği kendi değerlerinde arayan akıldır… Dil cephesini güçlü tutmanın diğer alanlarda da savunmanın sağlamlaştırılacağını bilen üstün bir şuurdur… O tankta teknik anlamda millî ve yerli olmayan unsurların da giderilmesini ilk isteyecek ve başaracak olan da odur…

HAVELSAN’ın dalış yapabilen insansız deniz aracına Çaka, TÜBİTAK’ın ürettiği yeni nesil füzeye Kuzgun, yine HAVELSAN’ın ağır sınıf insansız kara aracına, Göktürk Kağanı Kapgan adını vermesi bu alanda nasıl bir şuurun serpildiğini gösteriyor…

Tayfun, Cirit, Fırtına, Sancar, Togan, Hisar, Sungur, Gökdoğan, Bozdoğan, Tulpar, Ural, Pars, Atmaca, Şahin, Göker, Fedai, Aksungur, Sarp, Alpagu, Bora, Boğaç, Kayı… Savunma alanında üretilen silah veya sistemlerin adlarından bazıları… Ya özü itibarıyla Türkçe veya Türkçeleşmiş olanlar…

Bu şekliyle savunma alanı, ülkedeki diğer sektörlere göre, Türk ve Türkçe hassasiyeti olarak adeta amiral gemisi niteliğinde…

Dileriz Türk’e ve Türkçeye bu derecede özen ve sahip çıkma duygusu diğer sektörlere de örnek olur ve onları kompleksten çekip alır… En çok da alışveriş merkezi sahiplerini… Hani şu alışveriş merkezlerine Helen savaş tanrısı Ares, Roma evlerinde ve ilk kiliselerde kullanılan avlu Atrium adını verenleri işte…

Ad rezaletine bakar mısınız: Viaport, Palladyum, Town Center, Paradise, Parkway, Polcenter, Mayadrom, Neocity, Olimpia, Maxi, Galleria, Historia, Millenium, Lilyum, Colony, Flyinn, Foxcity, Capitol, Carium, Aquarium, Vialand…

Vaktiyle “Her geçen gün yenileri yükselen kulelerin isimlerine bakan, o binaları ‘işgal komiserliği’ zanneder!.. “Mimarî, felsefenin sükût etmiş hâlidir” diyen Hegel’e inatla şehirlerimiz estetikten mahrum bir şekilde bozulurken, felsefemizden ve kültürümüzden gittikçe koparılıyor… Bu kopuştan dilimiz de payını alıyor…

Büyük inşaat firmalarının ‘towers’lı, ‘city’li, ‘country’li, ‘mall’lı, ‘center’lı tabelaları, ‘dil’ diye bir derdi olanların elbette içini karartıyor… Bilimden, ticaretten ve sanattan dışlanacak bir dil kendisini ne kadar koruyabilir? diye sormuştuk…

Savunma gücümüz, dilimizi de savunma gücümüze dönüşmüş ve içimizi bir nebze de olsa ısıtıyor…

Alıntı: Servet Avcı

Mar 15

YAŞANMIŞ SEÇİM FIKRALARI

YAŞANMIŞ SEÇİM FIKRALARI

“BİR OY BİR OYDUR”

Erdal İnönü gerçekten esprili bir insandı. Hemen her konuda olduğu gibi seçim konvoyunda da renkli sözler sarf ederdi. Bunlardan birkaç tanesini aktarayım:

İnönü, seçim gezisinde bir kentte karşılanırken, partililerden biri sana kurban olayım diye bağırıp, kendisini otobüsün önüne atmaya kalkar.

Erdal Bey soğukkanlılıkla ona seslenir:

Dur yapma yahu, bir oy bir oydur!

* * *

“BÖYLE VURURSAN ZOR YAŞARIM”

Bir gezi sırasında partililerden biri Erdal İnönü’yü kucaklayıp; Başkanım çok yaşa diye bağırırken bir taraftan da sırtını yumrukluyordu. Bunun uzaması karşısında daha fazla dayanamayan İnönü vatandaşa dönerek:

Sağ ol, diyorsun ama böyle vurursan zor yaşarım.

* * *

“GELECEĞİZ AMA PALAS PANDIRAS DEĞİL”

Trafik aracı yol açarken seçim otobüsü büyük bir hızla ileri atılır. Bir gazeteci çevredekileri işaret ederek Erdal İnönü’ye “Her hâlde iktidara geleceğinizi anladılar. Ondan ilgi gösteriyorlar.” deyince İnönü:

Geleceğiz ama böyle palas pandıras değil. Kaza çıkacak!

Mar 13

FRANSIZ GAZETECİ GÖZÜYLE DOĞU TÜRKİSTAN TRAJEDİSİ

FRANSIZ GAZETECİ GÖZÜYLE DOĞU TÜRKİSTAN TRAJEDİSİ

Arakan’dan tutun Filistin’e kadar Müslümanların maruz kaldığı baskı, zulüm ve soykırımlar Türkiye’nin gündeminde geniş biçimde yer alır. Çünkü Türkiye inanış itibarıyla bir İslam ülkesidir ve başka ülkelerdeki dindaşlarının uğradığı zulümlere karşı durması hem insani, hem de dini görevidir. Özellikle Türkiye’deki bir kısım İslamcı kesim ve siyasi anlayışlar için maalesef bu duruşun bir tek istisnası vardır: Doğu Türkistan’daki Uygur Türkleri… Bu çilekeş insanlar da Müslüman’dır ama her nedense Türkiye gündeminde görmezden gelinir. Bu duyarsızlığın “Türk” olmalarından mı, yoksa Türkiye’nin Çin ile ilişkilerinin zarar görmesini istemeyen siyasi çevrelerden mi kaynaklandığı bir başka araştırma konusu.

Çin’in işgal edip “Sincan Uygur Özerk Bölgesi” adını verdikleri kendi vatanları Doğu Türkistan, son yıllarda Uygur Türkleri için daha da zulüm hane haline geldi. Dünya ve Türkiye’de bu zulüm ve Doğu Türkistan’da yaşanan insan hakları ihlalleri yeteri kadar tepki görmese de buna göz yummayan vicdan sahipleri de var muhakkak ki… Fransız gazeteci Eric Darbre bunlardan sadece biri… Darbre’ın kaleme aldığı, Eliot Franques’nin resimlediği çizgi roman formatındaki “Uygur Türkleri /Ölüme Kafa Tutan Bir Halk” adlı kitap, Çin’in 25 yıldır Uygur Türklerine uyguladığı soykırımı bütün detaylarıyla gözler önüne sererken, tuzu kuru dünya devletlerinin, yaşanan bu zulmü kirli bir politik malzemeye dönüştürmesini de tüm pisliğiyle birlikte gündeme taşıyor. Eric Darbre, İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in yaptığı soykırımdan sonra yakın tarihteki en büyük soykırım olarak kabul edilen Doğu Türkistan’da Uygur Türklerinin maruz kaldığı zulüm hakkında şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Uluslararası STK raporlarına göre, bir milyon Uygur Türk’ü toplama kamplarında tutuldu yahut hâlâ tutulmakta. Bir milyon! Görülmüş şey değil… Sincan’daki durum giderek daha korkunç bir hâl alıyor. Gözlerimizin önünde bir soykırım yapılıyor, yavaş yavaş, ancak geri adım atılmaksızın.”

Karakaraga Yayınları etiketiyle yayımlanan “Uygur Türkleri /Ölüme Kafa Tutan Bir Halk” kitabı Metin Yetkin tarafından Türkçeye çevrildi. Kitap, Uygur ayaklanmalarının doğuşuna, atalarından miras kalan topraklarına, kültürlerine sahip çıkmak için süper güç Çin’e kafa tutan bir halka karşı, totaliter Çin’in baskılarını, zulmünü, şiddetini bütün dünyaya duyurma çabasını anlatırken, aynı zamanda bu trajedinin gerçek yüzünü ortaya döken onurlu bir gazetecilik örneği niteliği de taşıyor.

Karakaraga Yayınları

Tel:(0212) 252 22 42

Kaynak: https://www.yenicaggazetesi.com.tr/fransiz-gazeteci-gozuyle-dogu-turkistan-trajedisi-768300h.htm

Mar 11

TARİH YAZAN TÜRK’ÜZ BİZ

TARİH YAZAN TÜRK’ÜZ BİZ

* * *

Herşeyin farkındayız, ne körüz ne sağırız!

Koyun, kuzu değiliz, sanmayın ki sığırız

Çağ açıp çağ kapatan ırktan gelen çığırız

Tarihin her devrinde görülür altından iz

Kahramanca, yiğitçe tarih yazan Türk’üz biz

* * *

Bu kan, bu acı belli, belli kimin eseri

Bu yurda nasıl girdi, ipsiz sapsız serseri?

Derhal itlaf etmeli hem de acil ve seri

Tarihin her devrinde görülür altından iz

Kahramanca, yiğitçe tarih yazan Türk’üz biz

* * *

Esareti, kendine hakaret bildi her an

Ölümü tercih etti, ölüme güldü her an

Asil kanıyla süslü bayrağı Al’dı her an

Tarihin her devrinde görülür altından iz

Kahramanca, yiğitçe tarih yazan Türk’üz biz

* * *

Geçmişte güneş gibi ışıl ışıl ar’ımız

Hile hurda bilmeyiz, mertlikdir şiarımız

Vatan, bayrak kutsaldır, hürriyettir kârımız

Tarihin her devrinde görülür altından iz

Kahramanca, yiğitçe tarih yazan Türk’üz biz

* * *

Kenan Şahbaz

Mar 09

TARİHİN EN MALİYETLİ DENEYİ

TARİHİN EN MALİYETLİ DENEYİ

(Bu deneyin kobayı olduk)

Dünya finans tarihine geçti Türkiye!

Yaptığı finansal bir testle. Bu testin adı NAS politikası.

Yani faizin enflasyona neden olduğu görüşü.

İlk olarak Erdoğan bu tezini dile getirdiğinde kimse üzerinde durmadı.

Çünkü öyle bir şey olamazdı.

Enflasyona karşı en etkili silahın faiz olduğunu İktisat Fakültesi 1. sınıf öğrencileri bile biliyordu.

Aylar yılları kovaladı ve Erdoğan bu tezini daha sık gündeme getirir oldu.

Küçük de olsa itirazlar gelmeye başladı. Herkes Erdoğan’ın bunu siyasi bir söylem olarak faiz hassasiyeti olan seçmeni etkilemek amacıyla yaptığını düşündü.

Erdoğan bir adım daha atarak faiz yükselten Merkez Bankası Başkanı’nı kovdu. Yerine kendi görüşünü onaylayan isimleri atadı.

Türkiye, Ekim 2021 yılında hızla faiz indirimine gitti.

O tarihte enflasyon yüzde 19 ve faiz de 19’du.

Aslında o dönem çok ilginçti. Amerika başta olmak üzer bütün dünya faiz artışına gidiyordu.

Pandemi ile ortalığa saçılan paraların toplanması nedeniyle parasal sıkılaştırmaya gitti dünya.

Türkiye tersini yaptı.

Dünya çapında tanınan tüm ekonomistler adeta yalvardı Merkez Bankası’na…

‘Yapmayın, etmeyin enflasyonu patlatırsınız!’

Merkez faizi 8,5 puana kadar düşürdü.

Sonuç vahimdi. Enflasyon tıpkı ekonomistlerin dediği gibi patlamıştı. Yüzde 70’lere vuran enflasyon, halkın fiyat algısını bozdu. Her şeyin fiyatı uçtu Türk parası adeta pul oldu.

Dolar rezervi eksi 62 milyar dolara kadar geriledi.

Türk ekonomisi son noktaya gelmişti.

İşte o noktada Erdoğan bu tezinin işe yaramadığını anladı ve hemen Mehdi’yi pardon Mehmet Şimşek’i göreve çağırdı.

Daha önce kamu bankalarını zarara uğratmakla suçladığı Mehmet Şimşek görevi kabul etti.

Şimşek göreve gelir gelmez 3 şey yaptı.

İlk olarak faiz artırmaya başladı. Sonra vergileri artırdı. Daha önce ödenmiş olan, Motorlu Taşıtlar Vergisi’ni bir kez daha aldı.

Son olarak 19 lira olan doları devalüe ederek, 27 liraya kadar yükselmesini sağladı.

Ve geldik 25 Ocak 2024 tarihine Merkez Bankası bir kez daha faiz artırdı.

Faiz oranını yüzde 45’e yükseltti.

19’da olan, yüksek diye indirilen faiz 45’e yükseltildi.

Şimdi Türkiye tartışıyor “faizi yükselttik yabancı dolar getirir mi?”

Elbette getirir ama bir şartı daha var.

O da doları bir kez daha yükselt. Yani kur riski olmadan parasını katlayıp kârını alıp gitsin.

Adamlarda haklı.

Kâr etmeyeceği bir ülkeye niye gelsin.

Böylece tarihin en büyük finansal deneyi başarısızlık ve ağır bir bedelle sonuçlandı.

Bedel derken hemen korkmayın.

O bedeli biz ödemeyeceğiz çünkü ömrümüz yetmeyecek. O bedeli gözümüz gibi koruyup esirgediğimiz çocuklarımız ödeyecek.

Daha çok köle gibi çalışıp daha çok vergi ödeyip bu saçma sapan deneyin bedelini ödeyecekler.

Erdoğan’ın çok çocuk yapın demesinin nedenini şimdi anladınız mı?????))))

Alıntı: Remzi Özdemir

Mar 07

ALTIN SÖZLER

ALTIN SÖZLER

* “Ulu Tanrı, Türk’ün gönlüne her şeyden önce, hatta kursağına ekmek koymadan evvel Türklük sevgisini koy! Oğuz Kaan Duası

* “Türklerin yolları islam ile kesilebilir, bu milleti ne kadar karanlığa itersek bölgedeki çıkarlarımıza o kadar hizmet etmiş oluruz.” Joseph Grew

* “Türkler bir devlet kurdu, bir asker yeniden Türkleri diriltti. Ancak ”Kutsal Amaç” hedefimizden vazgeçmeyeceğiz. Türkleri islamla yıkacağız. İngiliz İstihbaratı’nın birinci görevi budur.” Lloyd George

* “Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın.” Tolstoy 

“Aydını olmayan millet, ahlâksız kadın gibidir! Onsuz halk, halk değildir; Aptal bir sürü gibidir.” Kazak düşünür Muhtar Sahanov  

* “Cahil insan her sözünde kendini aklar. Âlim insan her sözünde kendini yoklar.” İbni Arabi* “Yalan söylediklerini biliyoruz, yalan söylediklerini biliyorlar, yalan söylediklerini bildiğimizi biliyorlar, yalan söylediklerini bildiğimizi bildiklerini biliyoruz, ama hâlâ yalan söylüyorlar. Soljenitsin                                                

Mar 05

ŞERİAT

ŞERİAT

Ünlü ilâhiyatçı Prof. Dr. Abdülkadir Şener Hocanın “şeriat” konusunda açıklamaları:

“Şir’at” ve “Şerîat” kelimeleri Arapça olup sözlükte; pınar, kuyu ve gölet gibi suyun bulunduğu yerlere giden “yol” anlamına gelmektedir.

İslâm hukuku terimi olarak Şerîat ve Şir’at, Kur’ân ve sahih sünnette yer alan hükümler (normlar) diye ifade edilmektedir. Maide suresi 5/48’de: “Bilin ki Biz sizden her topluma bir “şir’at”, (yol) ve yöntem verdik.”, Casiye suresi 45/18’de: “Sonra senin için de uyacağın bir “şerîat” (yol) belirledik.” buyrulmaktadır.

“Fıkıh” kelimesi de Arapça olup sözlükte, anlamak, bilmek, kavramak gibi anlamlara gelmektedir. Bu her iki terim de dilimize ve diğer dillere “İslâm hukuku” diye çevrilmektedir. Oysa bu iki deyim arasında, eski dille söylersek, “Umum husus min vecih vardır.”; yani bu iki deyimden her biri, kapsam itibarıyla bir yönden genellik ve diğer yönden özellik ifade eder. Şerîatın kapsamı dar, fıkhın kapsamı geniştir. Elbette iç içe yönleri de var. Diğer bir deyişle, Şerîat İslâm hukukudur, fıkıh ise Müslümanların hukukudur denilirse, daha doğru olur, zorlamaya gerek yok, diye düşünüyorum.

Zira Kur’ân ve sahih sünnetteki hukukî hükümler sınırlı sayıdadır. Olaylar ve işlemler ise sınırsız ve değişkendir. Dolayısıyla ortaya çıkan yeni olaylar ve sorunlar için içtihada, yorumlara gerek duyulmuş ve “fıkıh ilmi” adıyla bir bilim dalı oluşmuştur. 1400 yıllık bir süreçte oluşan fıkıh ve fakihlerin (hukukçuların) içtihat, kıyas ve yorumlarından, örf ve âdetlerden oluşan fıkhî hükümler-kuralları, eşittir şerîat değildir, şerîatın beşerî yüzü ve Tanrısal olmayan veçheleridir. Üstelik bu hükümler ve kurallar, mezheplere, coğrafî bölgelere, toplumlara ve yıllara göre farklılıklar arz etmektedir. Hele o çağların anlayış ve şartlarının gereği olarak ileri sürülen ve benimsenen birtakım görüşlerin (kavillerin), fetvaların ve tercihlerin büyük kısmı ilelebet uygulanamaz. Çünkü “Zamanın değişmesiyle hükümler de değişir.” (Bkz. Mecelle m. 39).

“Âdil olan her hüküm (norm) İslam açısından da geçerlidir.” ilkesini benimseyerek, zamanla değişmesi icap eden ve günün şartlarıyla uyuşmayan fıkhî anlayış ve kurallar bir yana bırakılıp, yeni olay ve sorunlar için bilimsel esas ve çağdaş gelişmelere göre yeni fikirler, yeni görüşler ve âdil çözümler üretilmelidir. Kılavuzumuz, Kur’ân-ı Kerîm’in Hz. Peygamber’e hitap eden, dolayısıyla hepimize yönelik olan “(Yönetimle ilgili) işlerde onlarla (insanlarla) istişare et.” (Âl-i İmran 3/159) ve “Onların işleri aralarında şûrâ (danışma) iledir.” (Şûrâ 42/38) âyet-i kerîmeleri olmalıdır. “İstişare eden hüsrana uğramaz” özlü deyişini de belleğimizden silmeyelim. Nahl suresi 16/43: “Bilmiyorsanız bilenlere sorun.” ve Yusuf suresi 12/76: “Her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bilen biri vardır.” âyet-i kerîmelerini de unutmayalım.

Prof. Dr. Abdülkadir ŞENER

Mar 03

EYİSİN EYİSİN

EYİSİN EYİSİN

Güneydoğu’nun bir köyünde kalabalık bir ailenin çocuklarından en küçüğü İstanbul’a kaçar. Aradan 20 yıl geçmiştir. Büyük şehirde dikiş tutturamayan çocuk evine döner. Ailesi çocuğu tanır ama ne hikmetse ismini unutmuştur.                                                                                     Anne-baba, kardeşler ve tüm akrabalar çocuğun adını hatırlayamaz. Bunu söyleyemezler. Ne yapıp ne edelim diye düşünürlerken bunu ancak Demirel bilir diye Ankara’ya Güniz Sokağı’na giderler. Çünkü Demirel bir seçim gezisi sırasında bu köye uğramış, onlarla sohbet etmiştir. Çocuk önde, aile arkada kapıdan girince çocuğu gören Süleyman Bey:

Ooo, Hasan gardeşim, hoş geldin, nassın eyi misin? Eyisin eyisin.

Eski yazılar «